Resmî adı Slovenya Cumhuriyeti’dir. Ülkenin para birimi Dinar, resmî dili Slovence’dir. Halkın %98′i Hristiyan, %2’si de diğer dinlere mensuptur. Doğu Avrupa’da yer alır. Komşuları, kuzeyde Avusturya, kuzeydoğuda Macaristan, doğuda ve güneyde Hırvatistan, batıda İtalya’dır. Kişi başına düşen ulusal gelir, 10 900 $, zorunlu eğitim süresi 8 yıl, insanların ortalama ömrüyse 73 yıldır.
Elf’ lerin büyülü şehri. Ljublijana.. Lubliyana’ ya vardığınızda ilk göze çarpan şey, İtalyan tarzı binaların paskalya yumurtaları misali krem, leylak ve mercan renklerine boyanması olacaktır.
Lubliyana’ya vardığınızda ilk göze çarpan şey, İtalyan tarzı binaların paskalya yumurtaları misali krem, leylak ve mercan renklerine boyanması olacaktır. Aileler Lubliyana nehri kenarında dondurmalarını yiyerek geziniyorlar; öğrenciler kafelere doluşmuş, her yerde uzun boylu sarışın ‘elf’ güzelliğinde insanlar, çoğu paten ya da bisikletiyle yanınızdan hızla geçip gidiyor. Klasik müzikle içli dışlı kentte, bir yerlerde Bach’ın bir süitini çalan viyolonisti duymak an meselesi. İşte tam o anda, şehrin ortaçağ kalesine bakmanın ve “Acaba biz yanlışlıkla bir peri masalına mı girdik?” diye sormanın tam zamanı.
Lubliyana en güzel “şirin” şeklinde anlatılabilir. Ama öyle sonradan olma bir şirinlik değil bu. Şehrin çok doğal, gürültüsüz patırtısız, çok medeni, cana yakın bir güzelliği var. Kent nerdeyse on adımda geçebileceğiniz ufak bir nehrin 2 yakasına kurulu.
Bir tepenin üzerinden şehre kuşbakışı bakan küçük ama güzel bir şato var. Bu şatonun gözetleme kulesinden tüm şehir ve çevresi görülebiliyor, tabii eğer kuleye çıkan dar ve dik merdivenleri tırmanmayı göze alırsanız.
Eski şehir (aynı zamanda Lubliyana’nın merkezi, hatta kalbi) kalenin hemen dibine kurulmuş ve inanılmaz iyi korunmuş bir yapıya sahip. Olduğu gibi muhafaza edilmiş ortaçağ evlerinin yanı sıra barok mimarisinin güzel örnekleri bulunuyor. Art Nouveau stilinin birkaç çok hoş örneği de mevcut.
Lubliyana’nın hiçbir yeri bazı Avrupa kentlerinde olduğu gibi Disney-vari bir yapaylığa bulanmamış – burası olabildiğince gerçek, belki sofistike sayılmaz ama bu yapmacıklıktan uzaklık bir anlamda şehre artı değer katıyor: tam bir saklı hazine Lubliyana. Küçüklüğüne rağmen Lubliyana’da çok sayıda sanat galerisi bulabilirsiniz. Sanat müzelerinden birinde Toulouse-Lautrec’in 19. yüzyılın sonundaki sanatsal açıdan çok verimli
Lubliyana ve çevresinin doğal güzelliği yer yer nefes kesiyor. Düşünün ki tepesi karlı kocaman dağlar ve göz alabildiğince uzanan ormanlar şehrin merkezine sadece 10 dakika uzaklıkta. Bizim yaptığımız gibi şehrin iyice dışına uzanacak olursanız eğer, örneğin bir Toskana’yı aratmayacak güzellikte manzaralarla karşılaşabilirsiniz.
Slovenler iyi huylu, kibar, misafirperver, yardımsever, yabancıya karşı çok toleranslı insanlar ama sevimli şoförümüzün bize şikayet ettiği gibi maalesef güzel ülkelerinin gizli hazinelerini pazarlayıp paraya çevirmekte çok yetenekli değiller. Bu yeteneksizliğin kocaman bir artısı da var tabii: turizm denen canavarın aşırı ticari halleri bir sürü yerde acıklı boyutlarda yaşananın aksine henüz Slovenya’nın özgün kumaşını hırpalayıp yok edememiş.
Slovenya’nın mağara sistemleri çok ünlü. En büyük ve en ünlüsü de Skocjan. İçinde trenle geziliyormuş. Buralarının görsel açıdan çok görkemli olduğu söyleniyor fakat bizim pek ilgi alanımıza girmediğinden o geziyi atladık. Slovenya ufacık bir ülke olabilir ama öyle çok doğal güzelliği, görülecek yeri var ki insan zamanını ekonomik kullanmak zorunda kalıyor. Örneğin at çiftlikleri ve güzel atları dünyaca ünlü ve buralara geziler var ama biz katılmadık.
Slovenya’da dağlar da var tabii – Alplerden söz ediyoruz. Ve işte bu dağların arasında bir vadide Slovenya’nın Lake Como’su yatıyor: Bled. Bled aynı anda birçok özelliği birden sunuyor ve bu güzelliklerden her birisi parmak ısırtacak cinsten. İlk önce İsviçre’yi aratmayan bir dağ manzarası var, ve sonra bu dağların ortasına konuşlanmış resmen zümrüt yeşili bir göl ve bu inanılmaz gölün ortasında ufacık yemyeşil bir adacık ve onun üzerinde bir mücevher gibi duran ortaçağ kilisesi… Bled’in hem Slovenler hem de burayı keşfedecek kadar şanslı turistler tarafından çok beğenilmesine şaşmamak gerek sanırım. Buradaki kaplıcalar ve gölün tertemiz suları da ayrıca yüzyıllardır efsaneleşmiş bir konumda.
Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi, bu kusursuz dağ gölü manzarasına sarp bir kayanın tepesinden bakan 1000 yıllık bir şato olaya hem tarihi hem de estetik bir boyut katıyor. Yine peri masallarında anlatılan türden bir yerlerdeyiz. İnsan rahatlıkla Rapunzel’in sevgili şövalyesine bu şatonun pencerelerinden birinden upuzun saçlarını uzattığını hayal edebilir… Veya belki de Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler bu dağların eteğindeki ormanda saklanıyorlardır.
Bled’in bir kez de olsa mutlaka görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Burası hakikaten büyülü bir yer. Gölün kadrolu (!) kuğularından söz etmiş miydim? Eh, onlar da var! Slovenya birkaç açıdan çok şanslı bir ülke. Her şeyden önce, Sovyet döneminde diğer bazı demir perde ülkeleri gibi Rus baskısının altında ezilmemelerini Tito’nun başarılı politikalarına borçlular : tamamen Rus hakimiyeti altına girmemişler, onlarınkine “himaye” diyebiliriz. Demir perde çöküp Yugoslavya birkaç devlete bölündüğünde Slovenya toprak kaybı yaşasa da bu bir açıdan iyi olmuş çünkü ellerinde küçük ama güzel ve verimli, yönetimi nispeten kolay, ekonomisi iyi işleyen, son derece uygar bir ülke kalmış. Zaten 2 milyonluk nüfusla refah seviyelerinin yüksek olması doğal, bu yüzden sefalet ve suç oranı yok denecek kadar az. Gayet huzurlu, sakin bir ülke Slovenya.
Şansları burada bitmiyor. Ayrıca bütün Avrupa’nın en eski, en iyi korunmuş tarihi kasabaları Slovenya’da. Bunlardan birisi Skofja Loka. Bunu tekrarlayıp durmamdan bıkmış olabilirsiniz belki, ama doğru işte… Burası da masallardan fırlamış bir kasaba! Mesela Kırmızı Başlıklı Kız burada yaşamış olabilirdi, büyükannesi de hemen yakındaki ormanda… Bir de Kranj bize enteresan geldi, orası daha büyük bir eski yerleşim merkezi ve Skofja Loka kadar sempatik değil ama yine de görmeye değer. Zaten hepsi birbirine çok yakın.
Slovenya’da aynı zamanda ciddi boyutta şarapçılık var ve bu konuda iddialılar. Bizim tattığımız bütün şarapları süperdi gerçekten, özellikle pinotlarını sevdik. Aslında bazı bağ ve şarap tadım gezileri vardı fakat o sıcakta bu tip bir olayı göze alamadık doğrusu ve üzülerek es geçtik!
Geziniz Bol olsun