Sincaplarla dolu parkları, tarihi binaları, insan aklının sınırlarını zorlayan müzeleri ile Londra hayatımda gördüğüm en güzel şehirlerden biri. Sokaklarında dolaşırken adeta bir karnavalın içinde buluyorsunuz kendinizi. Buram buram tarih kokan o yapılar sizi alıp başka dünyalara götürüyor. Üç yüze yakın farklı dilin konuşulduğu bu ülkede renk renk insanlar size sıcacık gülümsüyor…
Londra’dan başlayacak İskoçya ve İrlanda ile devam edip Dublin’ de sonlanacak otuz gün sürecek bu parkur için oldukça heyecanlıydım koskoca üç ay çalışmış, çok zaman ve emek harcamıştım. Uçakta son notlarımı gözden geçirirken yanımda oturan Rafet Bey ile sohbete başladık. Rafet Bey’ in Gezenkalem’ den haberdar olması ve İspanya seyahatleri sırasında sitemden yardım aldıklarını söylemesi beni bir hayli mutlu ediyor. Tabi bende bir havalar bir havalar sormayın öyle ki uçağın biraz daha yükselmesine sebep oluyorum 🙂 Tabi bu artistlik haller havaalanına inip pasaport kontrol kuyruğunu görünce yerle bir oluyor 🙂 Bu kuyrukta birçok Türk ile tanışıp sohbet edip senin ne işin var buralarda soruları ile zaman geçirdikten sonra 🙂 Victoria Semtine gitmek için yola koyuluyorum (Ulaşım vs için Önemli notlar’a bakınız)
Londra’daki ilk günüme Hyde Park’tan başlıyorum. Güzel bir yürüyüşün ardından bu devasal parka ulaşıyorum. Kahvaltı yapmak ve mis gibi havayı içine çekip sabah sessizliğinin tadını çıkarmak için harika bir mekan. Bu güzelim parkta sincaplarla kahvaltı yapmak ise gerçekten harikaydı. Sincapları çağırmak için oldukça büyük emekler harcıyorum kuçu kuçular pisi pisiler ne bileyim boncuklar … 🙂 İngiltere tarihinde sincapları bu şekilde çağıran ilk homo sapiens benimdir heralde 🙂 Boşuna denemeyin bu yöntemleri hiçbirine kanmıyorlar ama peynirli sandwiche hayır diyemiyorlar 🙂 Hyde Park oldukça büyük içersinde Serpentine adını verdikleri harika bir göl var. Burada ördekleri, kuğuları, yüzen insanları, kürek sporu ile uğraşanları görebilir hatta minik bir tekne kiralayarak bu gölde dolanabilirsiniz.
Sırada Hyde Parkın sonunda Albert Memorial anıtı var.. Bu heykel Kraliçe Victoria tarafından eşi Prens Albert için 1861 tarihinde yaptırılmış. Anıtın çevresinde değişik heykeller mevcut. Asya grubu, Afrika Grubu, Amerika Grubu, Avrupa Grubu, Tarım Grubu bunlardan birkaçı. Heykeli dikkatli incelerseniz Homer’in şiirlerini Raphael’in resimlerini Michelangelo’nun heykellerini görebilirsiniz. Şimdi diyeceksiniz Homer de kimmiş bir şiirini yaz bakayım 🙂 Hemen efendim 🙂 // Nasılsa yaprakların soyu, öyledir insanlarınki de. Tomurcuklanıp yaratır gelince bahar. Böyledir soyu da biri yeşerir öteki solar // Bu kadar edebiyat yeterli rotamıza devam edelim 🙂
Sırada Royal Albert Hall var. Bu güzelim konser salonu Albert Memeorial heykelinin tam karşısında. Burası dünyaca ünlü bir mekan. Bu konser salonunda Richard Wagner, Edward Elgar, Giuseppe Verdi, Frank Sinatra, The Beatles, Robbie Willams, Ennio Morricone, Eric Clapton, Sting, Elton John, Adele .. gibi çok ünlü isimler konser vermişler. Bu büyüleyici konser salonunda Giuseppe Verdi ‘den Nabucco’ yu dinlemeyi ne çok isterdim bir bilseniz 😎
Konser salonunun içini görmek ve fotoğraflamak için görevliden izin almaya çalışıyorum. Tabi Türkiye’de ki gibi – abi bi bakıp fotoğrafını çekip çıkıcam olmuyor 🙂 🙂 Konser salonu içersinde sizi alıp gezdiren bir rehber veriyorlar. Tabi bilet almak zorunlu. On altı pound olan bileti aldıktan sonra üzerine soğuk su içip konser salonunu rehber eşliğinde gezmeye başlıyorsunuz 🙂 🙂 İçerisi gerçekten muazzam büyüklükte ve harika bir iç mimarisi var. Zaten konser salonuna girince o görüntü ile karşı karşıya kalınca insanın içinden şarkı söylemek falan geliyor 🙂 Daha dün annemizin kollarında yaşarken şarkısı olsa bile 🙂 🙂
Rehberin anlattığına göre bu salonda sadece konser verilmiyormuş. Bazı boks, masa tenisi, karete gibi spor müsabakalarının finalleri de burada yapılıyormuş. Winston Churcill, Nelson Mandera, Bill Clinton, Dalai Laman gibi ünlü amcalar da burada tarihi konuşmalarını yapmışlar Rehber bizi Kraliçe Victoria’nın salona konser dinlemek için geldiği zamanlardaki dinlenme odasına götürüyor. Kraliçe’nin oturduğu koltuğun çok değerli ve paha biçilemez olduğunu anlatıyor 🙂 İstanbul’da bunu bizim ev hanımları beş liraya eskiciye satar diye içimden geçirmeden edemiyorum 🙂 🙂 Rehbere teşekkür edip bu büyülü devasal konser salonundan ayrılıyorum.
Rotamda sırada Wellington Arch anıtı var. Bu heykel Hyde parkın batı tarafındaki giriş kapısının çaprazında yer alıyor. Heykel Napolyon Savaşları sırasında İngiltere’nin zaferini anmak için IV.George tarafından 1825 de yaptırılmış. Anıtın diğer adı Anayasa Anıtı. Ayrıca heykel Avrupa’ nın en büyük bronz heykeli. Heykelin biraz ilerisinde bulunan Green Park’a doğru yöneliyorum. Parklarda yürürken masa tenisi, Amerikan beyzbolu da dahil olmak üzere spor yapan birçok insan ile karşılaşıyorum. Sanki tüm ülke spor müsabakalarına girecek gibi çalışıyor 🙂 Şu anda İngiltere’deki tek obez benimdir herhalde diye de içimden geçirmeden edemiyorum 🙂 🙂 Green Park spor yapanlarla dolu. Ben de bir banka oturup çikolatamı yiyerek onları izliyorum 🙂 🙂
Bu arada size İngiltere’deki trafikten bahsetmek istiyorum. Gerçi asfaltlara yazmış adamlar sağa bakın sola bakın falan diye 🙂 Ama ben gene de bir türlü çözemedim bu trafik akışını. Hatta bi ara sola baktım arkadan araba falan geldi 🙂 🙂 Böyle bir iki kaza atlattıktan sonra kendimce bir kural geliştirdim. Önüm, sağım, solum arkam sobe Bu geliştirdiğim kural sayesinde sağ salim çıkabildim ülkeden 🙂
Buckingham Palace
Sıradaki rotam ünlü Buckingham Palace Burası İngiliz Kraliyet ailesinin 1837 den beri oturduğu saray. Bizim Ak Saray kadar büyük olmasa da gene de görüntüsü güzel 🙂 Hergün 11:00 da asker değişim töreni yapılıyor. Ben giderken sallana sallana gittim, her gün yapılıyormuş, bugün kimse gelmez, rahat rahat oturur izlerim hayalleri falan kurarken manzarayı görünce şok oldum. Ayakta duracak yer bile kalmamıştı 🙂 🙂 Neyse ki aralara girip bir iki fotoğraf çekmeyi başardım.
Buckingham Palace’ nin tam karşısında Victoria Memorial var. Bu heykel Albert Memorial (Albert Anıtı) ‘na eş olarak yapılmış. Aslan üzerindeki elinde zeytin dalı olan kadın heykeli favori heykellerim listesine girdi şimdiden. Bu anıtı görmeden geçmeyin bence.
Sıradaki rota Londra’ da en çok sevdiğim, yeşillikler içinde ruhumu dinlendirdiğim, yazılarımı yazdığım, harika bir park olan St.James Park. Bu park gerçekten harika tasarlanmış. Şehrin içinde böyle bir doğal güzelliğin olacağını düşünemezdim doğrusu. Parkta onlarca sincap var. O kadar sevimliler ki türlü sevimlilikler yapıp elinizdeki yiyeceklerden tatmayı başarıyorlar. Bu parktaki Heron kuşlarını da görmeden geçmeyin. Hatta ben Heron kuşlarından biri ile arkadaş oldum. Bana harika pozlar verdi ki anlatamam 🙂 Londra’ daki zamanımın büyük bölümünü bu parkta geçirdim. Yazı yazmak ve günün yorgunluğunu atmak için daha güzel bir mekan bulamazdım doğrusu.
Sırada Piccadily Circus meydanı var. Devasal büyüklükte reklam panolarının bulunduğu bu meydanı hangi filmden hatırlıyorsunuz bulun bakalım 🙂 Her şeyi de ben söyleyecek değilim ya Bu meydan da Anteros Heykelini göreceksiniz. Anteros Yunan Mitolojisinde Ares ile Afrodit’ in çocuğu olarak geçer. Eros nasıl aşk tanrısı ise Anteros ise Eros’ un tam tersi duygusuz bir tanrı. Sanırım bazılarının içine Anteros kaçıyor 🙂 🙂 Yoksa başka bir açıklaması yok bu duygusuz ve aşksız insanların 🙂 Bu kadar Yunan Mitolojisi ve birilerinin kafasına taş attığım yeterli bence 🙂 🙂
The National Galery
Sıradaki rotam dünyaca ünlü The National Galery. Burası Trafalgar Meydanında kurulmuş mutlaka gitmeniz gereken bir müze.
Müzede en favori eserler : Jan Van Eyck’in The Arnolfini Portrait, Boticelli’ nin Venüs and Mars, Bellini’ nin Doge Leonardo Loredon, Leonardo Da Vinci’ nin The Virgin of the Rocks, Raphael’ in The Madonna of Pinks, Hans Holbein’ nin The Ambassadors, Titian’ nın Allegory of Prudence, Rembrandt’ ın Self Portrait at the age of 34, Vincet Van Gogh’un Sunflowers ayrıca müzede Goya’dan, Rubens’ten ve Velazquez’den eserler bulabilirsiniz.
Bir kültür patlaması yaşadıktan sonra hemen müzenin önündeki Trafalgar Meydanı’ na çıkıyorum. Meydan adını Trafalgar Savaşından alıyor. Bu savaşta İngiliz deniz ordu komutanı Nelson Fransız ve İspanyol donanmalarına karşı büyük bir zafer kazanmış. Trafalgar Meydanı’ nın ortasındaki devasal heykel de Nelson’ a ait. Bu anıt ayrıca şehrin en eski anıtı. Bu meydan oldukça kalabalık. Birçok sokak göstericisini bu meydanda bulabilirsiniz. İlginç portreler yakalayabilirsiniz. Meydanın arka sokaklarında hediyelik eşyalar diğer yerlere nazaran oldukça uygun alışverişlerinizi bu ara sokaklardan yapabilirsiniz.
Sıradaki yerimiz Ünlü Big Ben saat kulesi. Gotik mimaride yapılan bu saat kulesi doksan yedi metre yüksekliğinde. Bu saat kulesinin içinde on dört tonluk bir çan mevcut. Lakin çaldığında kilometrelerce öteden sesi duyuluyormuş. Big Ben Thames (Okunuşu Temz) Nehrinin kenarında heybetli heybetli sırıtıyor bana 🙂
Thames Nehri hayatımda gördüğüm en karanlık nehirlerden. Zaten ismi Keltçe de siyah demekmiş. Nehrin kenarında kocaman bir dönme dolap göreceksiniz. Avrupa’ nın en yüksek dönme dolabı olan London Eye yüz kırk metre yükseklikte ve tam dönüşünü kırk dakikada tamamlıyormuş. Ücreti yirmi pound civarı. Bence hava güneşli ise Londra’ yı bu dönme dolaptan izlemelisiniz.
Big Ben saat kulesinin hemen yanında Westminster House (Westminster Sarayı) yer alıyor. Bu saray İngiliz Parlamentosuna ev sahipliği yapan bir saray. Sarayın karşısında Westminster Abbey’ i göreceksiniz. Hristiyanlar için çok önem taşıyan bu kilise Aziz Petrus tarafından kutsanmış. Aziz Petrus İsa’ nın havarilerinden biri ve Katoliklerin ilk papası. Ayrıca bu kilisede İsaac Newton’ un ve Charles Darwin’ in mezarları mevcut. Doğrusu Darwin’ in bir kilisede gömülü olması komiğime gitti 🙂 🙂 Ne söyleniyordur kim bilir şimdi 🙂 🙂
Buraya kadar olan bölümü bir gün içersinde yürüyerek tamamladım toplam on dört km 🙂 Size de tavsiyem bu şehri yürüyerek gezmeniz.
İkinci gün için rotaya geçeceğim birazdan. Geçmeden önce rota konusunda deneyimlerinden yararlandığım Ahmet Kahya arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.
İkinci günüme Hyde Park’ ta sincap arkadaşlarım ile yaptığım kahvaltı ile başlıyorum. Yeşillikler içinde yürüyerek Hyde Park içinden geçip müzelerin yer aldığı Exhibition Road caddesine gidiyorum. İlk ziyaret edeceğim müze Natural History Museum. Müzelere ilginiz olmasa bile bu devasal binanın içini ve içersinde yer alan o kocaman dinazoru mutlaka görmek için girmelisiniz. Girişte oldukça uzun bir kuyruk var. Erken gelip ön sıralarda yer almanız tavsiye edilir.
Müze oldukça geniş kapsamlı. Milyonlarca yıl öncesinden kalmış dinozor iskeletleri, fosiller, gök taşları, maden çeşitleri, dünyadaki böcek türleri, ekosistem örnekleri, bitkiler, kuşlar, deniz canlıları…
Müze de en çok ilgimi çeken ikinci katta bulunan gök taşları oluyor. Dünya üzerinde göremeyeceğiniz o renkler gerçekten göz kamaştırıcı. Müze içersinde birinci sınıf öğrencilerini görüyorum. Öğretmenleri ile yaptıkları bu gezi çok hoşuma gitti. Müzede öğrencilere özel deney bölümleri mevcut. Her yaşa göre hazırlanmış uygulama odaları var sesli ve görüntülü anlatımlar da cabası. Umarım eğitim sistemi yerlerde sürünen ülkemdeki öğrencilerim de böyle kaliteli, özverili eğitim ortamları ile tanışabilir.
Sırada hemen Natural History Müzesinin yanında bulunan Science Müzesi’ne gidiyorum. Bu müze 1857 yılında kurulmuş 300.000 çeşit parçanın bulunduğu sayısal konularda patlama yapacağınız bir müze 🙂 Bilime ilginiz varsa benim gibi bilim teknik dergisinin takipçilerindenseniz bu müzeyi kesinlikle es geçmeyin.
Müzede çok çeşitli bölümler mevcut. Her yaş öğrenci için ücretsiz üç boyutlu konu anlatımları ve deney odaları var hatta haftada üç kez gerçekleşen bilim günlerinde öğrenciler ebeveynleri ile gün boyu bu etkinliklere katılabiliyorlar. Müzede uzaya gönderilmiş görevini yapıp dünyaya gelmiş Apollo Uzay Araçları serileri mevcut. Ayrıca roketler, helikopterler, savaş araçları, DNA zincirleri, Uzay bilimleri, arabalar, motorlar, ateşleme sistemleri, ilk buharlı arabalar, ilk fotoğraf makinaları, gezegenler, yıldızlar … Burası sayısalcılar için başlı başına bir cennet 🙂
Bu kadar bilimsel gezinin ardından biraz sanatsal takılmak için Science Müzesi’nin çaprazında bulunan Victoria and Albert Museum ‘ a gidiyorum. Burası oldukça büyük bir müze dünyanın en geniş süsleme sanatlarına sahip. Birinci katta bulunan Doğu Eserleri bölümünde Türkiye’ den çalınmış çinileri, Osmanlı dönemine ait kaftanları, halıları .. görünce üzülüyorum. Ülke olarak tarihimize bile sahip çıkamamak ve ülkemizde bulunması gereken eserlerin binlerce kilometre ötede bir müzede sergileniyor olması doğrusu çok canımı sıkıyor. Müzeyi dolaştıkça çok fazla gösterişli fakat boş olduğunu düşünüyorum. Hiçbir tarihi değeri olmayan birçok çatal kaşık bardak vs camekânlarda sırf laf olsun diye yerini almış. Müzenin ikinci katında mücevher bölümü var. Oradaki dünyanın ilk takısı olduğu söylenen ağaç kabuklarından yapılmış kolye çok hoşuma gidiyor 🙂 Belki de müzede tek sevdiğim parça 🙂
Üçlü müze gezisini ile bilim ve kültür patlaması yaşayan beynim dinlenmek istiyor 🙂 🙂 Natural History Müzesi’ nin bahçesinde çimlere uzanıp saatlerce gökyüzünü izliyorum.
Yukarıda yazdığım müzeler üçlemesine Madam Tussauds Müzesi’ni de ekleyebilirsiniz. Burası bir bal mumu müzesi. Benim ilgimi çekmediği için gitmeye gerek duymadım.
Günün ikinci yarısını dünyaca ünlü caddelere ayırmak istiyorum. Bunlardan ilki Avrupa’nın en büyük alışveriş caddesi olan Oxford Street. Caddenin bir ucu Hyde Park’ diğer ucu Tottenham Court Steet ‘ e dayanıyor. Her türlü alışveriş mağazasını burada bulabilirsiniz.
Harrods Alışveriş Merkezi
Harrods Alışveriş Merkezi de bu caddeye yakın. Harrods alışveriş merkezinin sahibi Prenses Diana’ nın sevgilisi Dodi El Fayed’ in babası. Dünyanın ilk asansörü 1898 yılında bu binada yapılmış. Aşırı pahalı bir mağaza burası. Yani Türkiye’ deki bir maaşınıza bir eldiven almanız bile mümkün 🙂 Genelde ultra zengin Araplar geliyor buraya. İnsanın Müslümanım deyip İslam aleminde bu kadar aç kardeşi varken bu kadar şatafat ve zenginlik içinde yaşayıp bana Müslümanlıktan, dinden, inançtan bahsetmesi hiç samimi ve inandırıcı gelmiyor doğrusu. Midem bulanarak bu altın varaklarla süslenmiş alışveriş merkezinden çıkıyorum.
Sırada Covent Garden var.Burası Açıkhava gösterilerinin yapıldığı birçok alışveriş merkezinin bulunduğu turistlerin uğrak yeri olan bir mekan. Birçok sokak göstericisini burada bulabilir eğlenceli zamanlar geçirebilirsiniz.
Buraya yakın diğer bir cadde olan Leicester Square’ ye uğramadan olmaz. Bu cadde birçok filmin galalarının yapıldığı, sinema salonlarının bulunduğu bir cadde. Film galalarında caddeye kırmızı halılar serilir ünlüler salına salına geçip poz falan verirler ya işte o cadde burası 🙂 Benim için de bir halı sermişler fakat geç kaldım sanırım kaldırmışlar 🙂
Sırada Regent’s Street var. Bu cadde Oxford caddesi ile Piccadily Circus caddesi arasında yer alıyor. Burada da birçok lüx mağaza bulabilirsiniz.
Günün yorgunluğunu atmak ve günü sonlandırmak için Regent’s Park ‘a gidiyorum. Bu park Regent’s Üniversitesini ve Londra Hayvanat Bahçesini içerisinde barındırıyor. Sincap arkadaşlarımla yazılarımı yazıyor ve Londra’daki ikinci günümü de sonlandırıp parkın yeşillikleri arasında gün batımını izliyorum.
Londra’ da üçüncü günümde uzun bir yürüyüş parkuru beni bekliyor. Victoria caddesinden Tower Bridge’ ye kadar gidip döneceğim. Toplam parkur uzunluğu 18 km. Hemen çokmuş demeyin nehrin kıyısından dinlene dinlene gittiğinizde çok zevkli ve manzarası harika olan bir parkur. Metro ile gitmek isterseniz de Tower Hill Sundial metro istasyonunda inip on dakika yürüyerek ulaşabilirsiniz.
Tower Bridge Londra’nın simgelerinden biri. Tek hoşuma gitmeyen köprünün halat kısımlarının göz alıcı mavi renkle boyanmış olması. Böyle tarihi bir köprüye pek uygun olmamış bence. Köprü çevresinde birçok eğlence mekanı, publar ve restorantlar mevcut. Köprüdeki kulelere de isterseniz çıkabilirsiniz. Giriş ücretli. Köprünün hemen sağ tarafında bir kale mevcut. Eğer isterseniz bu minik kaleyi de ziyaret edip hediyelik eşyalar alabilirsiniz.
Bu bölgeye çok yakın olan St.Paul Katedral’ ine de uğrayabilirsiniz. Bu katedral Londra’ nın en çok ziyaret edilen yerlerindenmiş. 17.yy da inşa edilmiş. Londra piskoposluğunun merkezi diye geçiyormuş. Burada St.Paul’un Türkiye Tarsus doğumlu olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Ben bu katedral ‘e uğramak yerine St.James Parkında günün yorgunluğunu atmayı tercih ettim 🙂
Londra’ da dördüncü günümdeyim ve bugünün tamamını dünyadan çalınmış çırpılmış bir çok esere sahip olan çok değerli parçaların bulunduğu British Müzesi’ne ayırıyorum. Müze şehrin kuzey taraflarında yer alıyor. Victoria’dan gidiş dönüş 16km civarı. Ama yürümek istemiyorsanız Müzeye yakın olan Russell Square metro durağında inebilirsiniz.
Müze devasal büyüklükte o yüzden gezmeye başlamadan önce müze haritası almanızı tavsiye ederim.
Müzede mutlaka görmeniz gereken parçalar hakkında biraz bilgi vermek istiyorum // The Rosetta Stone : MÖ 196 yılında mısırda bulunan bu taş MÖ 305- MÖ 30 yılları arasında Mısırı’ı yöneten Helenistik Ptolemaios hanedanlığının yazıt taşı olarak biliniyor. Taş üzerinde yazılarda genç bir imparatorun ülkesi için yapacakları ve vaatleri yer alıyor.
Müzenin en değerli parçalarından biri // Hoa Hakananai : Bu heykelin aynılarından Şili yakınlarındaki Paskalya Adasında bulabilirsiniz MS 1000 yıllarında yapılmış bu heykel ada halkı tarafından Kraliçe Elizabeth’e hediye edilmiş. Müzede en çok sevdiğim parça olan Hoa baya sıkılmışa benziyordu 😒 Kimbilir belki Paskalya Adasındaki kardeşlerini özlemiştir 😒 // Partenon Tapınağı : Bu tapınak antik yunanda MÖ 5.yy da Atina Akropolunde inşa edilmiş. Antik yunandan günümüze kalan yapılar içinde en bilinenlerinden. Bu koskoca tapınak nasıl bu müzeye taşınmış aklım almıyor bir türlü. //Mumyalaşmış Kedi : Yukarı Mısır’ da Ms.1.yy da bulunmuş bu mumya kedi Mısır’ da ki mumyalama sanatının en güzel örneklerinden biri. Mısır’ da bir dönem çok fazla mumya bulundu ve birçoğu tarihi eser kaçakçıları ve yerel halk tarafından kaçırılıp dünya pazarlarında hak etmedikleri fiyatlara satıldı. Geri kalanlardan biri de bu kedicik.
Mutlaka görmeniz gereken diğer eserler :
- Fundalıktaki Koç ( 3000 yıllık Firavun )
- Mildenhall Hazinesi
- II. Ramses Heykeli
- The Portland Vazosu (The Portland Vase)
- Datça’dan çalınmış Halikarnas Mozalesi
- Lewis’ in Satranç takımı (Queen From the Lewis Chessmen)
- İznik’ten kaçırılmış tarihi İznik Çinileri
- Kwakwaka’wakw
- Amitabha Budası
- Mistek-Aztek Mozaikleri
Müzede daha gezilecek birçok eser var burada hepsini tek tek yazmaya kalksam sayfalar sürer. En iyisi dijital bir rehber alıp müzeyi onunla dolaşmak 🙂
Görüldüğü üzere Londra şehrini dört günde yürüyerek gezdim. Hiç toplu taşıma kullanmadım. Madalyayı hak ettim bence 🙂 Şehir gezisi bittikten sonra zamanınız varsa Londra’ ya yakın şehirlere (Oxford, Brighton, York, Greenwich, Bibury .. ) günübirlik geziler düzenleyebilirsiniz.
Londra gerçekten harika bir şehir insanın canı hiç sıkılmaz burda. Etkinlikler, konserler, sergiler, müzeler, sokak gösterileri, doğa sporları ve daha birçok güzel şey. Her şey gereğinden fazla bu şehirde 🙂
Londra yaşamak için de dünyadaki en güzel yerlerden biri bence. İnsanların yaşam alanlarına, hayat kalitelerine ve yaşam standartlarına baktığında doğrusu imreniyorum 😒 Bu insanların ne gibi dertleri olabilir ki diye de kendi kendime söylenmeden geçemiyorum. Sonra biraz düşünüp hayal gücümü zorlayarak şöyle bir diyalog olabilir diyorum 🙂
(Bahçe komşusu olan Victoria Hanım ile Stephan Bey karşılaşır)
Stephan Bey : Victoria Hanımcığım bugün pek iyi görünmüyorsunuz
Victoria Hanım : Stephan beyciğim çok üzgünüm. Aldığım beyaz hindiba çiçek tohumları kırmızı açtı.
Stephan Bey: Ooo çok kötü bir haber inanın çok üzüldüm acınızı paylaşıyorum Victoria hanımcığım.
🙂 🙂 🙂 🙂
Yazıma son vermeden önce sizlere bir güzellik yapayım istiyorum. Sonra neden bize de söylemedin diye sitemlerinizi duyar gibiyim..Bu iyiliğimi de unutmayın 🙂
Big Ben saat kulesinin yanındaki köprüden nehrin karşısına geçin. Big Ben’ in tam karşısında üç basamaklı minik bir merdiven var. Bu merdivenin son basamağına oturup termosunuzdaki sıcak su ile hemen acı bir nescafe yapın kendinize 🙂 Sonra kulaklıklarınızı takıp Lara Fabian’ nın Adagio parçasını son ses açın ve güneşin batışını izleyin ve önünüzde akan kapkara Thames nehrini izlerken yüzlerce yıllık saat kulesinin size anlattıklarını dinleyin 🙂
İşte Londra‘ da yaşadığım en güzel an.
Ve güneşin son ışıkları..
Birikmiş uzaklar, düş kırıklıkları, acılar… hepsini önünüzde akan o kapkara nehre atın…
Ve gülümseyin ..
Geziniz bol olsun..
Londra hakkında öneriler:
- Kalacak yer konusuna gelince ben Victoria’da bir hostelde kaldım fiyat gayet makuldü ( gecelik 15 Pound). Victoria merkezi bir bölge. Ayrıca şehirler arası ulaşımlarımı otobüsle sağladığım için bu bölgeyi seçtim çünkü hostelim Victoria Bus Stationa’a yakındı. Ama siz Trafalgar Meydanı çevresinde de uygun hosteller bulabilirsiniz. Aslında Londra’da nerede kaldığınızın bir önemi yok metro ağı çok ama çok gelişmiş haftalık bir kart alıp sınırsız kullanıp gönlünüzce her yere gidebilirsiniz 🙂
- Burada metro istasyonları Tube olarak geçiyor. Subway yazan yerler alt geçit metro değil 🙂 Tek kullanımlık bilet alırsanız yolculuğunuzun sonuna kadar saklayınız çünkü çıkışınızı o biletle yapacaksınız. Eğer biletiniz yoksa oldukça yüklü bir ceza ödüyorsunuz.
- Şu noktayı da gözden kaçırmayın. Eğer online olarak tren bileti sinema bileti vs aldıysanız mutlaka alırken kullandığınız kredi kartınız yanınızda olsun. Kredi kartınızı okutmanızı istiyorlar yoksa sıkıntı yaşarsınız.
- Havaalanlarından ulaşım: Londra’da birçok havaalanı var Gatwich hava limanına inen firmalar biraz daha ucuz olduğu için bu havaalanını tercih ettim. Buradan merkeze birçok ulaşım imkanınız var bu kaldığınız yere bağlı olarak değişiyor bu linki kullanarak kendinize bir ulaşım bulabilirsiniz http://www.gatwickairport.com/to-and-from/
- Benim hostelim Victoria Semtinde olduğu için ben Victoria Bus Station’ a giden National Express otobüs firmasını tercih ettim. Fiyatı 9 pound civarı idi ve trenden daha ucuzdu 🙂 Buradan merkeze metro ağı yok sadece tren var belirtmek isterim 🙂
- Diğer Hava limanı Heathrow. Buradan ulaşım bir tık daha kolay. Tek vasıta metro ile gidebilirsiniz. Tüm terminallerin metro ile bağlantısı var. Metro biletinizi kredi kartı ya da bozukluklarla havaalanından alabilirsiniz ( 6 pound ) ve gideceğiniz yere göre metro duraklarınızı sabitleyip aktarmalarınızı ona göre yapın. Metro haritasını havaalanından rahatlıkla temin edebilirsiniz. Metro kullanmak istemiyorsanız Heathrow Express ve National Express otobüs firmalarını kullanarak merkeze daha kısa sürede ve daha pahalıya ulaşabilirsiniz. 🙂
- Telefonunuzda bulunması gereken bazı uygulamalar Maps. Me (offline), Google Maps (Offline), O2 wifi (sokaklarda ücretsiz internetten faydalanmak için), Tube Map London Underground (Londra’da metro istasyonlarını gösterir ulaşımda yardımcı olur)
- Toplu ulaşım kartı Oyster Card : İstanbul’da ki akbillerin benzeri gibi düşünün. 7 Pound Depozito verip bu kartı alıyorsunuz içersine istediğiniz kadar miktar yükleyebiliyorsunuz. Daha sonra işiniz bitince kart depozitosunu geri alabiliyorsunuz. Bu kartı havaalanlarından metro istasyonlarından temin edebilirsiniz. Günlük sınırsız kullanım ücreti 9 pound civarı. Yürümeyi sevmiyorsanız ya da zamanınız kısıtlı ise bu kartı almanızı tavsiye ederim. Kart tüm toplu ulaşımlarda geçerli.
- Yemek faslı ile ilgili sorulara gelince şehir içersinde çok uygun marketler bulabilirsiniz. Bu marketlerden ihtiyaçlarınızı alıp parklarda açık havada sevimli dostlarınız sincaplarla birlikte karnınızı doyurabilirsiniz. 🙂 Ben hiçbir restaurant, pub vs kullanmadığım için size bir tavsiyede bulunamayacağım üzgünüm 🙂
- İngiltere’de ücretsiz olan müzeler National Galery, Natural History, Science, Albert and Victoria Museum. Açılışları 10:00 kapanış 17:00 açılış ve kapanış saatleri mevsimsel olarak ya da içersinde yapılan etkinlik dolayısı ile değişebiliyor bu yüzden web sayfalarından güncel bilgilerini almanızı tavsiye ederim.
- National Galery ——— http://www.nationalgallery.org.uk/
Natural History ———- http://www.nhm.ac.uk/
Science Museum ——— http://www.sciencemuseum.org.uk/
Victoria Albert Museum —— http://www.vam.ac.uk/
Sorularınız için mail atabilirsiniz .. gezenkalem@gmail.com
Geziniz bol olsun