Doğunun Venedik’ i diye anılan Udaipur Hindistan’ın en romantik şehri bence. Etrafı göllerle çevrili olan bu şehir pek Rajashan bölgesine ait durmuyor. Göl ayrı bir hava katmış ve insanların yüzlerine de bu hava yansımış. Biraz daha rahat biraz daha yoksulluktan arınmış ve biraz daha gülen gözler var burada..

Udaipur rotama sonradan eklenen bir şehir ama iyi ki gelmişim diyorum. Hemen otelime yerleşip kendimi sokaklara atıyorum.

İlk durağım City Palace. Burası göl kenarında yapılmış muazzam bir saray. Hanedan mensuplarının eskiden yaşadığı bu sarayda yüzlerce oda mevcut. Odalar arasında küçük tüneller var ve bu sarayda yönünüzü kaybetmeniz mümkün değil çünkü akış sadece tek yönlü ilerliyor.

Sarayın giriş bölümünde ülkenin yönetiminde emeği geçen tüm kralların soy ağacı mevcut ve gene girişte hanedan mensuplarına ait eşyaların bulunduğu bir müze var. Silahların ağırlıkta bulunduğu bu müzede aynı zamanda sesli olarak Rajashan bölgesinin tarihi anlatılıyor.

Sarayın pencerelerinden Pichola gölünün eşsiz manzarasını izleyebilirsiniz. Ama gölün karşısına geçip gün batımında sarayın göle yansımasını izlemek daha zevkli bence 😉

İkinci durağım şehir merkezinde bulunan Jagdish Temple. Bu tapınağa girişte beyaz taştan yapılmış kocaman iki fil merdivenlerden çıkarken sizi selamlıyor.

Tapınak baştan sonra taş işlemeciliğinin en güzel eserlerinden biri adeta. Tapınağın duvarlarında taşlar işlenerek bir çok hikâye anlatılmaya çalışmış duvarlarında işlenmemiş neredeyse hiçbir yer kalmamış. Filler, atlar, savaşan insanlar, acı çeken kadınlar, barışan hanedanlıklar.. Hepsi ama hepsi burada. Sanki yüzlerce masal dönüyor başımda. Kim bilir daha bilmediğimiz ne hikayeleri var bu duvarların..

Tapınak içerisinde belirli saatlerde ayinler yapılıyor. Ritimli bir müzik eşliğinde danslar, hep bir ağızdan söylenen dualar adeta şehrin üzerinden dönüp dolaşıp tekrar tapınağa dönüyor sanki. Ayinlerinde kullandıkları Tabla denilen müzik aleti tüm ayini yönetiyor. Duaların içeriğine göre ritim artıp azalıyor. Tapınak içerisindeki insanlar da bu ritme ayak uyduruyorlar.

Güneş battıktan sonra asıl güzel ezgiler başlıyor. Ay ışığında tapınağın bahçesinde bu ezgileri dinlemenizi tavsiye ederim.

Jagdish Temple’ ın yanındaki küçük sokağı takip ederek göl kenarına ulaşıyorum. İşlemeli büyük bir kapıdan girip göl kıyısında kendime oturacak bir yer buluyorum ve Hindistana özgü müzik aletlerini kullanan sanatçıları dinliyorum uzun süre. Bu kıyıdan gölün ortasında bulunan Jag Mandır diye adlandırdıkları sarayı görebiliyorum tek başına oldukça heybetli görünüyor karşıdan.

Sahil kenarında bulunan yolu takip ettiğimde köprülere ulaşıyorum ve karşıya geçerek şehrin diğer tarafını da doya doya geziyorum. Ara sokaklarda kaybolup bu güzel şehri derin derin içime soluyorum.

City Palace’nin tam karşısında bulunan yaşlı bir tapınağın bahçesinde oturup gün batımında şehrin göle yansımasını izliyorum ve termosumu çıkarıp güzel bir kahve yapıyorum kendime. Schubert’in Serenade ‘ si eşliğinde kahvemi yudumluyorum.

Geziniz bol olsun
Sevgilerimle,

mm
Yazan

Bir Yorum Yazın